“Yazmak, zaman Müdahaledir”

Hasan Ali Toptaş ile röportaj

Onun yazını, birçokları için, büyülü bir kapan; gölgelerle geçmiş ve gelecekle, yalnızlıkla, şiirle ve felsefeyle dolu. Türk edebiyatında varoluşu ele alan yazarlar arasında en önemli isim, zamanla, mekanla hiç korkmadan oynayabilen bir romancı, hatta bir şair. İlk öykü kitabı Bir Gülüşün Kimliği 1987’de yayınlanan ve o günden beri yazma serüvenini sürdüren, eserleri birçok dünya diline çevrilen bir yazar.

Hasan Ali Toptaş, 1958’de Denizli’de doğdu. Bir yandan icra memurluğu görevini sürdürürken, öte yandan yazın hayatına devam etti. 1992’de ‘Ölü Zaman Gezginleri’ adlı öykü dosyasıyla Çankaya Belediyesi ile Damar edebiyat dergisinin düzenlediği yarışmada birincilik ödülünü aldı. 1994’te ise ‘ Gölgesizler’ adlı yayınlanmamış romanıyla Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldı. ‘Bin Hüzünlü Haz’ adlı romanı da 1999 yılında Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne laik görüldü. Peki, bugüne dek birçok eseriyle okurlarının karşısına çıkmış olan Hasan Ali Toptaş’ın eserlerini farklı kılan nedir?

Mashallah News, kendisiyle edebiyat, yer, zaman, politika ve edebiyat dünyasıyla ilişkisi hakkında konuştu.

İlk olarak, zaman ve mekan soyutlamaları kullanmayı sevdiğinizi biliyoruz, fakat bir yazar olarak yaşadığınız ülke ve şehir yazınınıza nasıl yansımakta?

Borges’in bir sözü geldi aklıma, bir söyleşisinde, ‘ben uzayın derinliklerinde geçen bir öykü yazsam bile o öyküde Arjantin vardır’, der. Hiç kuşkusuz yaşadığımız topraklar ve bu topraklarda biriken kültür yazdığımız metinlerde bir şekilde kendiliğinden yer alır. Benim metinlerimde de yer alıyordur. Bunun için bilhassa çaba harcıyor değilim, az önce de belirttiğim gibi bu kaçınılmaz bir şeydir.

Peki kendinizi belli bir coğrafyaya ait hissediyor musunuz?

Kendimi herhangi bir yere ait hissetmiyorum. Ne bir şehre, ne bir ülkeye, ne de dünyaya.

Aynı bağlamda, kültür ve sanatın merkezi olarak kabul edilen İstanbul’da değil de, Ankara’da yaşamak sizin için ne ifade ediyor? Belli zorluklar veya avantajlar içeriyor mu?

Benim için nerede yaşadığımın bir önemi yok. Ankara’da yaşamak benim tercihim değil, yeryüzüne gelişim gibi, Ankara’da yaşıyor olmam da tamamen bir tesadüf. Ankara yerine başka bir yer, mesela bir Ege kasabası da olabilirdi. İstanbul sanatın ve kültürün merkezi midir bilmiyorum ama orada yaşamayı ben hiç düşünmedim, gelecekte düşüneceğimi de sanmam. İstanbul’da yaşamak benim hayatımda hiçbir şeyi değiştirmez zaten, ben duvarlar arasında yaşamayı seven biriyim.

Hikaye ve romanlarınızda geçmiş ve gelecekle oynuyor, zaman kırılmaları, paralel zamanlar kullanıyorsunuz. Peki “geçmiş” ve “geleceği” tarihin parçaları olarak nasıl algılıyorsunuz?

Yazmak bir anlamda zamana müdahaledir zaten; edebiyatın ezeli reflekslerinden biri de zamanı olabildiğince yavaşlatmak, hatta durdurmaktır. Neredeyse yirmi yıl önce yazdığım bir öykünün adı ‘Zaman Kimi Zaman’dır ve zamanı algılayış şeklim o öyküde bariz bir şekilde ortaya çıkar. Zaten öykü, zaman hep geleceğe mi akar sorusunu sorar daha ilk cümlede. Ben zamanın sadece akan, geçip giden bir şey olmadığını düşünüyorum. Zaman kaybolmuyor aslında, sürekli bir şeylere dönüşüyor. Bir duvar zamandır aynı anda; onun yapımında emeği olanların zamanlarının, kendi yapılışının, şahit olduğu olayların ve daha bir sürü şeyin zamanlarının toplamıdır.

Bir eser yazarken nasıl bir süreçten geçiyorsunuz? Sokak, insanlar, güncel konular sizi nasıl etkiliyor?

Aşağı yukarı kırk yıldır kelimelerle haşır neşir olan biriyim ben, dolayısıyla içinde yaşadığım fiziki dünyayı gözlerimle görme yeteneğimi yitirdim. Ya da öyle sanıyorum belki. Gözlerim, kulaklarım ve ellerim bir şeyleri kaydediyorsa kendiliğinden kaydediyor hafızama. Nihayetinde ben içinde yürüdüğüm sokağı ancak kâğıdın üzerine eğildiğimde, kelimelerle görebiliyorum. Sokaklardan ve insanlardan uzak yaşayan biri değilim, hayatımın akışı gereği hep onların içindeydim. 23 yıl sokaklarda icra memurluğu yaptım mesela.

Eserlerinizdeki kahramanlarla nasıl bir ilişkiniz var?

Kahramanlarına hâkim olan bir yazar değilim, onlara zaman zaman hâkim oluyorum ama asla esir almıyorum. Bu nedenle romanlarımdan birçoğu herhangi bir kahramanın kendi kendini büyütmesi sonucu yön değiştirmiş, bambaşka bir yapıya ulaşmıştır. Kahramanlarımın kulu kölesi olurum çoğu kez, onları özgür bırakırım. Başka türlüsü olmaz zaten, roman sanatı aklın menzilinde yapılan bir şey değildir. Aklın menzilinde masa yapılır ancak, makine yapılır, ayakkabı yapılır. Edebiyat, bilgiyle başlanıp sezgiyle yürünen bir yoldur. Bu nedenle, romanlar yazarlarından daha akıllıdır.

Sizin için kullanılmış olan “Toptaş, Doğu’dan çıkmış, İslâmi mistisizmin edebi kazanımlarıyla zenginleşmiş bir Kafka’dır.” benzetmesi hoşunuza gidiyor mu? Kafka sizi etkileyen bir yazar mı?

Kafka sevdiğim yazarların başında gelir, onu kendi akrabam gibi görürüm. Hatta zaman zaman, “Kafka halamın oğludur”, diye şaka yaparım. Dünyayı ve hayatı algılama şeklimizde belki bir akrabalık vardır ama Kafka’yla üslubumuz birbirine hiç benzemez. Onun dili bir çeşit telgraf dilidir zaten. Kafka benzetmesine gelince; bu beni sevindirmiyor. Bu benzetme beni üzmüyor da. Tam tarafsız bir durum… Bir şeyi başka bir şeye benzeterek tanımlama ihtiyacının sonuçları galiba bu Kafka benzetmesi. Ayrıca, söz buradan açılmışken şunu da belirtmek isterim ki, Kafka gibi yazmayı hiç düşünmedim. Bir yazarın Kafka gibi yazmaya çalışması hiç kuşkusuz çok komik olur. Aynı zamanda da trajik… Yeryüzüne bir Kafka yeter.

Günümüzdeki edebiyat “dünyası” hakkında görüşlerinizi merak ediyorum. Türkiye’de ve genel olarak dünyada, edebiyat dünyası sizce giderek aynılaşıyor mu?

Son derece güzel eserler de yazılıyor elbette ama bir aynılaşmadan da söz edebiliriz. Teknolojik gelişim nedeniyle bir çeşit hız çağında yaşıyoruz ve ister istemez hız her şeyin ağırlığını hafifletiyor. Hayatın giderek artan bu hızlı temposu yüzünden, artık dirseğimizi dayadığımız masa yirmi yıl önceki ağırlığında değil bugün; selamlaşmalar, aşklar, yemekler, sohbetler, yani akla gelebilecek her şey yirmi yıl önceki kadar ağır değil. Her şey çok hızlı ve hızı oranında da hafif. Bu hız işte aynılaşmayı yaratıyor bir ölçüde. Aynı zamanda bu hız edebiyatta aforizmasal bir söylemi de getiriyor kendiliğinden, ki bu, edebiyatın çağımızdaki hastalığıdır bana göre. Az önce dediğim gibi, halbuki edebiyat zamanın hızına müdahaledir.

Son olarak; sizce yazmak, ne kadar politiktir veya politik olmalıdır?

Yazmak, hayata ve zamana bir müdahaledir bana göre, dolayısıyla doğası gereği siyasidir. Bir de politik metinler dendiğinde, kalın sloganlar atan, bağırıp çağıran ya da kahramanları politik olan metinler kastediliyor ki, bana kalırsa bir metni politik yapan ölçütler bunlar değildir. Bir metni politik yapan, onun güncel politik sorunları ele alması yahut herhangi bir ideolojinin mantığını taşıması, o ideolojinin ilkelerine göre kendini şekillendirmesi de değildir. Has edebiyat daima politiktir zaten. Kafka’nın bütün metinleri politiktir mesela. Aklıma hemen “Bir Köy Hekimi” adlı hikâyesi geliyor. Sonra, “Kovalı Süvari” adlı hikâyesi…

(Visited 650 times, 1 visits today)

Leave a Reply